Ormanları yakanları biliyorum (1)
Bu yazıyı haftalar önce yazdım. Yangınlar çoğalınca yayınlamayı erteledim. Her yıl Yunanistan, İspanya, Fransa, Portekiz ve Türkiye’de yeni yangın, sel, fırtına, kasırga rekorları kırılıyor. Meteoroloji her yıl yeni sıcaklık rekorlarını açıklıyor. Gelecek yıl da yeni yangın rekorları kırılacak. Bu kadar faciaya bulduğumuz açıklamalar hâlâ aynı: “Dereye ev yapmışlar, nerede devlet, nerede belediye?” Ya da: “Yangını teröristler çıkardı, otel yapmak için yaktılar…” Bunların bazıları kuşkusuz doğru. Ama artık her ağacın başına bir jandarma da dikseniz, bu felaketler kaçınılmaz. Bu afetleri yalnızca yerel ya da ulusal düzeyde çözmek de mümkün değil. Yerel ve ulusal önlemler sadece kayıpları azaltabilir, felaketin boyutunu sınırlayabilir. Bu iktidarın önlem almaması, hatta suç işlemesi elbette tartışılmalı. Ama çözüm küresel olmak zorunda. Ve bu yönde yeterli, samimi bir çaba yok.
Birinci Fail Benim
Doğaya zarar vermeden, fail olmadan, doğa katili olmadan yaşamak mümkün değil. Mesele, bu fail olmayı ne ölçüde sınırlayabileceğimiz.
Yıllar önce ünlü bir İngiliz petrol şirketinin tankeri okyanusta kaza yapmış, büyük miktarda petrol denize akmıştı. Büyük bir felaketti. Ben de bir protesto yürüyüşüne katılmış, öfkemle kapitalizme ve emperyalizme karşı sloganlar atmıştım. Faili uzaklarda bulmanın ve ahlaki üstünlükle bağırmanın rahatlığı içindeydim. Oysa evet, petrol şirketi suçluydu — ama ben de orada bağırdığım kadar masum değildim.
Bu yazıyı Almanya’dan uzakta, denize bakan bir otelde yazıyorum. Özendiğim, özlediğim, olmayı çok istediğim bir yerdeyim. Ama burası da benim için yeni bir istila alanı. Çocukluğum kuşatmaların, istilaların kahramanlık gibi anlatıldığı öykülerle geçti. Daha sonra bu işgalci yanımdan kurtulduğumu sandım. Ama hayır… İçimizde o işgalci, talancı yan kalıyor. Sessizce, gizlice bizimle taşınıyor. Bugün bulunduğum yerde, haramsız kazandığım parayla geldiğim için kendimi belki ahlaken temiz sanıyorum; yani talancılığımı, işgalciliğimi rasyonalize ediyorum. Kendimi ikna çabası bu. Burada turlar düzenleniyor. Safaride vahşi hayvanları izleyen turistler gibiyiz: rehber eşliğinde, halka mesafeli bir şekilde şehri geziyoruz. Arabaların içinde hem reel hem de metaforik olarak, onlara yukarıdan bakıyoruz. Onların yoksulluğu, bizim “halimize daha fazla şükretmemizi” sağlıyor. Kolonyal efendiler gibi davranmanın gizli hazzı…
Her gezide insan, en ilkel ve vahşi yanlarıyla karşılaşıyor. Freud’un “ilkel haz” dediği şey, burada uygarlık maskesi altında geri dönüyor. Tüketmek ve seyretmek (röntgenlemek) aynı anda haz veriyor. Safari arabasının içinde “güvenli” bir mesafede kalmak, ‘vahşiliği‘(bu kadar halktan uzak olmak onların ‘vahşiler‘ olduğunu ima ediyor bize) deneyimlerken bir yandan da onu evcilleştirmek, sahneye koymak demek. Seyrettiğimiz “öteki” aslında bizim bastırılmış ilkel yanımız. Onu görmek, ama dokunmadan, risk almadan görmek: hem haz hem de suçluluğun aynı anda yaşandığı bir deneyim. Klein’ın haset kavramı burada da iş başında: Başkasının “sahip olduğu” yaşam enerjisine, doğallığına, çıplak hayatta kalma mücadelesine bakarken, onun elindekini bozma, değersizleştirme arzusu da işliyor. Seyir, sadece merak değil; aynı zamanda bir yamyamlık biçimi. Ötekinin hayatını “görerek tüketmek”. Bu da kolonyal efendinin gizli hazzı: dokunmadan, ama gözleriyle yiyerek sahip olmak. Ayrıntı Yayınları’ndan Kevin J. Wetmore Jr.’un bir kitabı (Ölü Yiyiciler) çıktı. Yazar orada yeme ve yenmeyi uzunca anlatır. İnsanın ilk korkularından biri yenilmek, av olmak. Daha sonra bu korku masallarda, mitolojilerde yer almış. Kırmızı Başlıklı Kız, Hz. Yunus’un hikayesi gibi… İnsan yeme konusunda vahşidir yani… Yiyecek bir şey olmadığında birbirinin ömrünü yer/tüketir.
Uygarlığın vahşi bir yanı var. Kolonyal hikayeler vahşeti de anlatır aslında. İnsanı uygarlaştırma amacıyla uygarlıktan çıkma hali… Yalnızca kendimden söz etmediğimi biliyorsunuz… Doğu illeri hep bir sürgün yeri olageldi. Atamanın amacı çoğu zaman ceza idi. Cezasını çekmek için gelenlerin karanlıkları da beraberinde geldi. Devlet, ödüllendirilip yeniden “batıya” dönebilmenin başarı ölçüsünü neye göre belirliyordu? Kaba, feodal, ilkel diye küçümsenen Kürt kentlerine “atanan” ve onları “medenîleştirmek” için gidenlerin ruh hâli nasıldır acaba? Bazen de bu tavır, misyonerlik içeren, insancıllık makyajıyla süslenen bir tutumla gizleniyordu. Bu bakışta apaçık bir kolonyal efendi zihniyeti vardı belki de: öteki’yi geri kalmış, barbar, “yamyam” ilan etmek ve kendini uygarlığın temsilcisi olarak konumlamak. Oysa asıl yamyamlık, kendi uygarlık maskesi altında gizlenen tüketim iştahında saklıdır. “Bakir” bir kenti, bir doğa parçasını ya da bir toplumu medenîleştirmek, aslında onu yutmak, dönüştürmek ve tüketmek anlamına gelir. Bir tür “uygarlaştırma” adı altında sahip olma, haz alma ve yok etme arzusu…
"Terörist” ararken yakılan ormanlar, boşaltılan köyler… Bazı yakılan ağaçlar içimizi daha da yakıyor. Ama dikkat edin: bazı ağaçların sızısının bile bir hiyerarşisi var. Bodrum’da yanan ağaçla Lice’de yanan ağaç aynı acıyı uyandırmıyor. Bazı yangınlar “haklı”, bazıları ise “çok duygulu” diye algılanıyor. Madımak… Hatta kimi yangınlar içimizi hiç yakmıyor galiba. Acımızı bile bölmüşüz. “Ülkeyi böldürmeyiz” diyenlerin, Misak-ı Milli duyarlılıklarının ardında, aslında duyguları, acıları, empatiyi bölmeleri yatıyor. Sınır çizgileri sadece haritaları değil, beynimizi, yüreğimizi, içimizi de bölmüş durumda. Bu durum Melanie Klein’ın “bölme” (Spaltung) mekanizması ile açıklanabilir. Bölme, ilkel savunma mekanizmalarından biridir ve psikotik yapılarda ya da borderline kişilik örgütlenmesinde hâlâ ilkel biçimiyle işler. Klein’a göre çocuk, yaşamının erken döneminde annesini bir bütün olarak kavrayamaz; anne memesini “iyi meme” ve “kötü meme” olarak ikiye ayırır. İyi meme, doyuran, besleyen, haz veren nesnedir; kötü meme ise eksik bırakan, doyurmayan, öfke ve saldırganlık uyandırandır. Bu erken zihinsel savunma, çocuğun karmaşık duygulara ve ambivalansa tahammül edememesinin yoludur: bütünlüğü görmek yerine parçalamak, iyi ile kötüyü katı biçimde ayırmak.
Bizim acımız da böyle işliyor. Bazı yangınları “iyi acı” diye sahipleniyor, bazılarını ise “kötü acı” diye inkâr ediyoruz. Empatimizi bütünsel değil, bölünmüş yaşıyoruz. Bir yerdeki yangın bizi “bizden” olduğu için yakıyor, diğer yerdeki yangın ise ya hiç yakmıyor ya da “haklı” bulunuyor. Klein’ın dediği gibi, bu bölme, kaygıya karşı kullanılan bir savunmadır. Ama aynı zamanda bizi bütün acıyı görme yetisinden mahrum bırakır. Bölünmüş acılar, bölünmüş kalpler........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Rachel Marsden