Failler mağdur olduğunda: Savaş, ahlak ve empatinin parçalanışı
Savaşın doğrudan tarafı olmayan bireylerin dahi, çatışmaların ideolojik ve duygusal yükünü içselleştirdiği bir çağda yaşıyoruz. Propaganda, kutuplaşma ve ahlaki çifte standartlar, kolektif vicdanı zedeleyerek empatiyi bölüyor. Özellikle uzun yıllara yayılan çatışma ortamlarında, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve ahlaki bir yoksullaşma yaşanıyor. Bu makale, savaşın güçlü tarafında yaşanan psiko-sosyal tahribatı, ahlaki normların nasıl aşındığını ve “ötekinin” acısına duyarsızlaşmanın nasıl meşrulaştırıldığını tartışmaktadır.
Savaşın Toplumsal Bellekte Yarattığı Kutuplaşma
Türkiye gibi uzun süreli çatışmalar yaşamış toplumlarda, geçmişin acıları çoğunlukla siyasal kamplar doğrultusunda anlamlandırılır. Bir yanda Taybet Ana’nın hikâyesi anlatılırken, öte yanda Zeki Bacak’ın ölümü gündeme getirilir. Cemile Çağırga’nın bir çocuk olarak yaşamını yitirmesi tartışıldığında, hemen ardından “ama Eren Bülbül” ile başlayan cümleler kurulur. Bu örnekler, sadece yaşanan travmaların değil, duyguların da siyasal kamplar temelinde kutuplaştırıldığını ortaya koyar. Empati, “biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden çalışır hale gelir. Acılar, hiyerarşik bir şekilde değerlendirilir; bazı ölümler kutsanırken, bazıları meşrulaştırılır, bazıları ise doğrudan aşağılanır. Bazı ölümler “bir pisliğin temizlenmesi” olarak görülür; öfke, “kanını içsem doymam” gibi söylemlerle dile getirilir. Üstelik bu sözler yalnızca çatışmanın doğrudan taraflarından değil, sivillerden, yani savaşın dışında kalması beklenen kesimlerden de yükselir. Bu da savaşın yalnızca cephede değil, toplumsal atmosferin tamamında etkili olduğunu ve tüm yaşam alanlarını “savaşçıl” bir dile ve ruha büründürdüğünü gösterir. Savaşın bu içselleştirilmiş hali, gündelik yaşamın dilini, duygularını ve ilişkilerini agresif, öfkeli ve düşmanlaştırıcı bir biçimde dönüştürür. Böylece toplumsal empati zedelenir, ortak bir insani zeminden uzaklaşılır. Bu duygusal kutuplaşma yalnızca bireyler arasında değil, toplumun tüm katmanlarında derinleşir. Sonuç olarak vicdanın bir yanı adeta “ölür”; birey yalnızca kendi aidiyet grubunun acısına duyarlı hale gelir. Bu durum, içsel bir çoraklaşmaya ve yaygın bir psikolojik yoksulluğa yol açar. Yas ve gözyaşı, aidiyet sınırları içinde işlemeye başlar; “bizden” olana gösterilen duygusal tepki, “öteki”nin kaybı karşısında yerini suskunluğa bırakır. Daha önce de barış üzerine yazdığım yazıda belirttiğim gibi savaş sürecindeki söylemlerde empati ve merhamette bile seçicilik başlıyor. Empatiyi hak edenler ve etmeyenler. Düşman, terörist olarak imlenenler empatiyi değil de katledilmeyi hak ederler.
Ahlaki Yoksullaşma ve Savaşın Meşrulaştırılması
Savaş, çoğu zaman ahlaki gerekçelerle savunulur: ülke, aile, namus, bağımsızlık. Ancak bu gerekçeler, çoğunlukla ahlaksızlığı maskelemek için kullanılır. Kadınlara tecavüz edildiği için savaştığını söyleyenler, çoğu zaman bu suçu kendileri işler. Bebeklerin öldürülmesini bahane edenler, bu katliamın parçası olabilir. Bu noktada savaş, sadece gerçeği değil, ahlakı da öldürür. Üstelik bu ahlaksızlıklar, en çok da ahlak adına savunulur. Savaş uçakları, tarımda kullanılmaz; bomba taşır. Silahlar canilik saçar. Ancak “barış” içinde yaşadığını sanan ülkelerde bile insanlar bu öldürücü makinelerin üretimiyle gurur duyar. ABD’de Trump’ı iktidara taşıyan söylemler, ölüme ve savaşa duyulan hayranlığı yansıtır. Putin’in her yıl yaptığı askeri geçit törenleri adeta fallik bir şova dönüşür. Fransız halkı, ürettikleri savaş uçaklarıyla gurur duyar. Bu durumun ortak gerekçesi hep aynıdır: “Savunma.”
Ahlakın Doğası ve Tarihsel Gelişimi
Michael Tomasello, Eine Naturgeschichte der menschlichen Moral = İnsan Ahlakının Doğal Tarihi (2020) adlı eserinde, ahlakın kökenini insan doğasının güçsüzlüğüne bağlar. Ona göre insan, hayatta kalmak için iş birliğine mecburdur; bu mecburiyet, ahlaki normların doğmasını sağlamıştır. Ancak bu normlar, savaş gibi olağanüstü durumlarda kolayca askıya alınabilir ya da çarpıtılabilir. Hanno Sauer ise Moral: Die Erfindung von Gut und Böse =Ahlak: İyi ve Kötünün keşfedilmesi (2023) adlı kitabında, ahlaki değerleri bir tür “sosyal teknoloji” olarak tanımlar. Bu normlar sayesinde insanlar gruplaşabilir, birlikte yaşayabilir ve düzen içinde var olabilir. Ahlaki kurallar, bireyler arasında uyum ve iş birliğini mümkün kılan bağlardır. Ne var ki, savaş bu bağları koparır. Ahlaki normların savaşta askıya alınması, insanlık tarihinin en büyük çelişkilerinden biridir.
Empati Yitimine Dair Psikoanalitik Bir Perspektif
Freud, Wilhelm Reich ve Erich Fromm gibi düşünürler, sevgi ve şiddetin aynı köklerden beslendiğini savunur. Bu düşünceye göre, insanın iç dünyasında hem yıkıcı hem de yapıcı eğilimler iç içedir. Savaş, yıkıcı olanı besleyerek bireyin empati kapasitesini felç eder. “Öteki”nin acısı, değersizleştirilir ya da hak edilmiş sayılır. Böylece birey, ahlaki bütünlüğünü koruduğunu sanarak, aslında onun yıkımına katkı sunar. Tarih boyunca tüm dinlerde ve kültürlerde ortak bir norm vardır: “Öldürmeyeceksin.” Ne var ki bu norm, savaşın içinde eğilip bükülür. Ahlak, en çok da onun adına yok edilir. Gerçek barış, yalnızca silahların susması değil, vicdanın da dirilmesiyle mümkündür. Empati yeniden inşa edilmeden, ortak bir hakikat ve adalet anlayışı kurulmadan barışın yalnızca bir yanılsama olacağı açıktır. Bu nedenle savaşın yalnızca politik ve ekonomik yönleri değil, aynı zamanda psiko-ahlaki boyutu da sorgulanmalıdır. Çünkü öldürmeye övgü düzen bir toplumda, ahlaki çürüme kaçınılmazdır.
Kim Fail, Kim Mağdur? Mağduriyet Söyleminin Ahlaki ve Siyasal Gerilimleri
Tarihte kahraman olarak yüceltilen birçok figür, başka bir bakış açısından değerlendirildiğinde fail olarak görülebilir. Aslan Yürekli Richard, Büyük İskender, Napolyon gibi tarihsel figürler, fetih ve savaşlarıyla anılırken, aynı zamanda geniş ölçekli yıkım ve ölümlerin de sorumlusudurlar. Benzer şekilde, milli ve dini kahramanlar da yalnızca kolektif belleğin idealleştirdiği çerçevede “kahraman” olarak görülürler; oysa tarihsel gerçeklik içinde bu figürlerin eylemleri çoğu zaman fail niteliği taşır. Popüler kültürde de benzer bir anlatı mevcuttur. Örneğin Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı kahraman karakter, bir kılıç darbesiyle aynı anda üç-beş kişiyi öldürdüğünde bu eylem kahramanlık olarak alkışlanır; ancak özünde bu bir şiddet eylemidir. Burada “katil”lik, ahlaki bir maskeyle örtülmüş olur. Maske, kişinin kimliğini gizler; onu olduğundan başka biri gibi gösterir. Kahramanlık, bu anlamda failin maskelenmiş halidir. Geçmişin kahramanı, bugünün sorgulanmayan failidir.
Daniele Giglioli, Opferfalle=Mağduriyet Tuzağı (2016) adlı eserinde bu dönüşümü tersinden ele alır: Ona göre, artık günümüzün kahramanları failler değil, mağdurlardır. Mağduriyet, bireye ahlaki bir dokunulmazlık ve sembolik bir üstünlük sağlar. Bu nedenle günümüzde bireyler, gruplar ve hatta devletler bile mağduriyet konumunu sahiplenerek, bu konumdan toplumsal meşruiyet üretmeye çalışmaktadır. Artık kahramanlık, zaferden değil, yara taşımaktan geçmektedir. Bu yeni anlatı biçimi, failliği görünmez kılmakta, hatta onu mağduriyetin gölgesinde aklamaktadır. Gündelik hayatın ve kolektif hafızanın önemli bir parçası olan anma günlerinin çoğu da mağduriyet temelli anlatılarla şekillenmektedir: Kadınlar Günü, İşçi Bayramı, İnsan Hakları Günü, Öğretmenler Günü… Takvim adeta mağduriyetler üzerinden bölünmüştür. Her gün bir gruba, bir yaraya, bir eşitsizliğe tahsis edilmiştir. Bu durum, hayatı mağduriyetler üzerinden kurmaya ve mağdur kimliğini sahiplenmeye yönelik........
© Artı Gerçek
