Eşitlik bunalımı
Modern toplumlar, kurucu mitoslarını büyük kavramlar etrafında inşa eder: özgürlük, adalet, eşitlik… Bu kavramlar, anayasal metinlerde, eğitim sistemlerinde, seçim ritüellerinde ve gündelik dilin yüzeyinde sıkça tekrar edilir. Ne var ki, bu yüksek sesle ilan edilen değerlerin fiili yaşamdaki karşılığı çoğu zaman sınırlı, kırılgan ve yüzeysel kalır. “Eşitlik” de bu kavramlardan biridir: her bireyin doğuştan haklara sahip olduğu, yasa önünde eşit olduğu ve toplumun her üyesine eşit fırsatlar sunduğu bir ideal olarak yüceltilir. Ancak bu ideal, çoğu birey için erişilmesi mümkün olmayan bir beklenti, zamanla da bir hayal kırıklığına dönüşür.
Gündelik hayat, yapısal eşitsizliklerle örülüdür. Cinsiyet, sınıf, etnisite, din ve vatandaşlık gibi kategoriler, eşitlik vaadinin ne denli kırılgan olduğunu her gün yeniden hatırlatır. Modern toplum, eşitliği vaat eder ama bu vaadi tutamaz. Bunun yerine, bireylere eşitmiş gibi hissettiren semboller, ritüeller ve dilsel formlar sunar. Seçim sandığı, “bir kişi bir oy” ilkesiyle herkesin sesinin eşit olduğu yanılsamasını yaratırken; gündelik dildeki “sayın” hitabı, sınıfsal ve kültürel hiyerarşileri görünmez kılmak için seferber edilir. Böylece eşitlik, içerikten çok forma; adaletten çok temsil biçimine dönüşür.
Modern toplum, bireyleri çeşitli bağlamlarda dışlar; bu dışlanmalar ise mağduriyet yaratır. Hayal kırıklıkları ve dışlanma zamanla öfkeye dönüşür. Ancak bu öfke çoğu zaman doğrudan ifade edilemez çünkü modern toplumda mağduriyeti doğuran “faili” belirlemek kolay değildir. Toplum, yapısal olarak eşitsizlik üretir ama bu eşitsizliklerin izini sürmeyi güçleştirir. Örneğin, bozulmuş bir ürünün sorumluluğunun kimde olduğunu bulmak zaman alabilir; çoğu zaman da bir “fail”e ulaşılamaz. Bu nedenle öfke bastırılır ya da yanlış hedeflere yöneltilir. Bastırılan öfke ise psikanalizde tanımlanan savunma mekanizmalarıyla dışa atılır. Bu mekanizmalardan biri yansıtmadır (projeksiyon): birey, içindeki öfkeyi başkasına atfeder. Özellikle paranoyak fantezilerde bu mekanizma yoğun biçimde işler. Kişi, karşısındakini —onun gerçek niyetinden bağımsız olarak— düşman ilan eder. Bu, ötekini kendi iradesi dışında “kötü” pozisyonuna yerleştirdiği için bir tür psikolojik şiddettir. Aslında bireyin içinde olan saldırganlık, bu şekilde dışsallaştırılır; kişi kendi şiddetini meşrulaştırır. Artık kötülük kendisinden değil, karşısındaki “düşman”dan gelmektedir.
Madımak Katliamı bu dinamiklerin somut bir örneğidir. Pir Sultan Abdal Anma Şenlikleri’ne katılanlar konuşmalar yapıyor, türküler söylüyor, semah dönüyorlardı. Etkinlikte herhangi bir düşmanlık ya da şiddet yoktu. Aksine, bu bir anma, yas tutma ve kolektif hafızayı ritüel yoluyla canlı tutma etkinliğiydi. Ancak bu etkinliğe katılanlar, Sivaslı bazı gruplar ve devlet tarafından “düşman” ilan edildi. Bu kişilerin dine tehdit oluşturduğu ve kötülük yapmak için şehirde oldukları iddia edildi. Böylece bu insanlar “kötü niyetli düşmanlar” haline getirildi ve yakılarak öldürülmeleri meşru görüldü. Katliamı gerçekleştirenler, bu vahşeti işlerken kendilerini “masum” konumunda tanımladılar. Burada öfkenin dışa vurulmasında yer değiştirme (kaydırma) mekanizması da devrededir. Birey, öfkesini asıl hedefe yöneltemediğinde —çünkü cezalandırılma korkusu taşır— bu öfkeyi daha zayıf bir hedefe yönlendirir. Tıpkı kendisine hediye alınmadığı için annesine ya da babasına kızamayan çocuğun, kardeşinin hediyesini bozması gibi. Yetişkinler de benzer şekilde, kızgınlıklarını doğrudan güçlü figürlere yöneltmektense, güçsüz grupları hedef alırlar. Bu nedenle ülkede yaşanan birçok sorun, kolay hedef haline getirilen azınlık gruplara mal edilir. Ne de olsa “Silivri soğuktur…”
Eşitlik Bunalımı
Trakyalı Spartaküs’ün direnişi, çoğu anlatının iddia ettiğinin aksine, eşitlik ya da adalet için değil; kölelik koşullarından kurtulmak içindi. Kölelik tarih boyunca yalnızca bir emek sistemi değil, aynı zamanda üretim, cinsellik ve tahakkümün de temel bir parçası olmuştur. Dolayısıyla köleliği yalnızca kolonyal dönemle sınırlamak ya da geçmişe ait bir mesele olarak ele almak, günümüzdeki kölelik biçimlerini görünmez kılmak anlamına gelir. Tarih boyunca egemen sınıflar, toplumsal farklılıkları doğallaştırarak kendi ayrıcalıklarını meşrulaştırmışlardır. Aristokratik toplumlarda yönetme hakkı, “doğal yeterlilik”le ilişkilendirilen soylulukla gerekçelendirilmiştir. Buna karşılık Hristiyanlık, herkesin Tanrı önünde eşit olduğu düşüncesiyle seküler eşitlik taleplerine ahlaki bir dayanak sunmuştur.
Modern eşitlik fikri, tarihsel olarak her zaman evrensel bir hak değil, bir mücadele alanı olmuştur. Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı, başlangıçta yalnızca aristokrasiye karşı burjuva taleplerini meşrulaştırmak için kullanılmıştı. Devrimin aktörleri olan tüccarlar, avukatlar, doktorlar ve diğer meslek sahipleri, önemli ekonomik güce rağmen soylularla eşit statüye sahip olmadıkları için bu ideali sahiplendiler. Ancak eşitlik mücadelesi, kölelerle ya da kadınlarla eşit haklar talep eden bir dayanışma pratiğinden ziyade, aristokrasiye karşı bir statü eşitlemesi anlamına geliyordu. Bu da aslında bir anlamda eşitliğin sekülerleşmesidir.
Fransız Devrimi’nin düşünsel etkileri Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda da belirgindir. Ancak burada “özgürlük” ve “eşitlik” fikri, sadece İngiliz Krallığı’na karşı uygulanmıştır. Siyahlar, yerli halklar ve kadınlar bu taleplerin dışında bırakılmıştır. Dolayısıyla eşitlik talebi evrensel değil, sınırlı ve dışlayıcı bir pratik içinde gelişmiştir (bkz. Pierre Rosanvallon, Die Gesellschaft der Gleichen, 2013). Fransa’da eşitlik mücadelesi, burjuva sınıfının kendi içindeki statü eşitsizliklerine karşı gelişmiştir; hedef, kölelerle ya da kadınlarla eşitlenmek değil, aristokrasiyle eşit haklara sahip olmaktı. Eşitlik mücadelesi beyaz erkekler arasında daha fazla eşitlik arayışı olarak şekillenmiştir. Devrim sonrası Fransa’da düzenlenen halk festivalleri, eşitlik bilincini pekiştiren pedagojik araçlar olarak işlev görmüştür. Bu ritüeller, yurttaşlık bilincini derinleştirmek ve bireyleri ortak bir ulusal cemaat içinde konumlandırmak için kullanılmıştır. Daha sonra özellikle sosyalist düşünce eşitlik ve adalet fikrini sahiplenmiş ve bu fikri daha farklı alanlara taşımıştır. Federico Finchelstein, Türkçeye de çevrilen Faşist Yalanların Kısa Tarihi (2020) adlı kitabında, “eşitlik faşizmin kitabında yazmaz” der. Burada yazdıklarımdan faşizmi savunduğum anlaşılmasın. Anlatmak istediğim, modernizmin verdiği eşitlik sözünü yerine getiremediği, bu nedenle bir kriz........
© Artı Gerçek
