menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ana dili katliamları

58 12
12.01.2025

Çocuk, sadece annesinden süt emmez; Aynı zamanda onun farklılığında da emer, içine alır, sindirir ve kendisine katar. Her çocuğu, bu özel ve mahreminin annesiyle yaşar. Aslında psikoloji bir iç mekandır. Psikoloji ve çok çözümün farklılaştırılmasıdır. Ama psikolojiyi iç konfor olarak içerik bu farklılık biraz da başkalaştırır. “Ben” dediğimiz kurgunun içinde anne ve baba da vardır. Bu bütünleşmiş yapıya, çocuğun kimliğine ait bir parça haline gelir. Onun çocuğunun içinde biraz annesi ve annesinin duyguları, korkuları, kederleri, sevinçleri ve dili de bulunur. Çocuğun annesini kendisine sadece sağlıklı katmaz, özdeşleşmede annenin bilinçötesini çocuğun kendi psikolojisine alır. Bu durum psikanalizde kuşaklar arası dağılım dediğimiz olguya sebep olur. Yani insanın kendisinden önce yaşanmış hikayeleri/olayların psikolojik sorunları de kendi psikolojisine eklenir. Bu nedenle geçmişin sevinçleri, travmaları, savaşları, korkuları, soykırımları… Bunlar da anne/babadan, geçmiş kuşaklardan miras olarak üstlenilir.

İkinci bir dilde yapılan terapide, ana dil ile “ana” ve anaya ait olanlar ve anayla olanlar da sembolik ve makara olarak terapinin dışında bırakıldı. Psikanalist Julia Kristeva, “Ana dili terk etmede bir ana cinayeti var” (Im Verlassen der Muttersprache liegt ein Muttermord) diyerek, birincil ve temel olana, yani anaya ve onun diline yapılan bu radikal uzaklaşmanın sembolik aracı güçlü bir vurgu yapar. [1]

İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinde yazı ve yazı üzerinden iletişim yoktu, sözlü bir kültür var. Yazısız toplumlarda söz, masallar, ritüeller ve oyunlar, kimliği oluşturan bir hafıza yaratırdı. Anne ile çocuk arasındaki ilişki de yazının olmadığı, üçüncü bir kişinin veya öğenin devreye girmediği bir ilişkidir, birincil ilişkilenme yani. Bu ilk halde dokunma, bakışma, okşama ve konuşma, seslenme var. Bu ilişki, yazı öncesi dil üzerinden yaşanabilen, birebir bir bağı da çağrıştıran bir durum. Anne ile çocuk arasındaki bu gülümseme, konuşma, ninni veya ağıt hem bir ilişki, dil, hafıza hem de kimlik yaratıyor.

Yazı kültürüne geçişle birlikte kişiler arasına bir materyal/araç, yani üçüncü bir öğe (kâğıt, mektup, ileti vb.) girmeye başladı. Bu, ilişkileri dolaylı hale de getirdi. Ana dil öğrenimi sırasında ilişki birebirdir; arada hiçbir aracı/araç yoktur. Ancak çocuğun eğitim yoluyla öğrendiği ikinci bir dilde aracı ve araçlar (öğretmen, okul, kitap vb.) devreye girer. Bu süreç, ana dildeki anneden uzaklaşmak da demek.

Bazen öğrenilen ikinci dil, anneyle veya aileyle arasına bir mesafe koyma, anneden bir adım uzaklaşma anlamını taşıyabiliyor. İkinci dil öğreniminde, ana dildeki “anacanlık” hissi kaybolabiliyor. Çoğu zaman bu öğrenim, duygusal yoğunluk ve pozitif bağlardan uzak, teknik bir süreç olarak gerçekleşir. Bu öğrenme biçimi, öğrenilen kültürle olan ilişkimizi de şekillendirir ve temel izler bırakır.

İkinci dil öğrenmek ve terapiyi ikinci dilde yapmak bazen avantaj sağlayabilir. Ana dilde yaşanan travmalar ve korkular, ikinci dil üzerinden kurulan mesafe sayesinde daha kolay ele alınabilir. Örneğin, kişi kendi dilinde ayıp veya tabu sayılan konuları, teknik bir dille daha rahat ifade edebilir. Ürolojide tıbbi terimlerin kullanılması, utanma duygusunu azaltabilir. Aynı şekilde, çocuklukta yaşanan ve yoğun utanç duygusu yaratan konular, ikinci dilde daha rahat konuşulabilir.

Ya da askerde dipçik zoruyla veya hapishane görüşmelerinde hakaretle tanışılan bir dil, kişinin üzerinde travmatik etkiler bırakabilir. Dil öğreniminin bu tür zorlu ve acı dolu süreçlerle ilişkilendirilmesi, o kültürle kurulan bağların kalitesini ve duygusal yoğunluğunu olumsuz etkiler. Bu nedenle, ikinci dil öğrenimi sadece teknik bir süreç değil, aynı zamanda bireyin hafızası, kimliği ve kültürel ilişkileri üzerinde derin izler bırakan bir deneyimdir.

Zorla ve dayatılan dil öğrenimi, daha sonraki üçüncü dil öğrenme sürecine hem olumlu hem de olumsuz etkiler yapabilir. Olumsuz etkiler, ikinci dil öğreniminde yaşanan olumsuz deneyimlerin yeniden aktif hale gelmesinden kaynaklanabilir. Ancak olumlu etkiler de mümkündür; eğer üçüncü dil öğrenme koşulları daha insani ve destekleyici bir ortamda gerçekleşiyorsa, önceki olumsuz deneyimlerin etkisi kırılabilir.

Bu süreçte başka bir faktör de devreye girebilir. Örneğin, ataları Gürcü veya Pontus kökenli bir kişi, asimilasyon yoluyla Türkleşmiş ve Türkçe, bu kişinin görece ana dili haline gelmiştir. Ancak bu kişi, dil öğrenirken bilinçötesinde kuşaklar arası aktarım yoluyla kendi psikolojisine eklemlenmiş, kendine ait olmayan ama aynı zamanda bir parçası haline gelmiş bir durumla yüzleşebilir. Bunu bir metaforla, kalp nakline benzetebiliriz: Kişiye ait olmayan ancak onun bir parçası haline gelen bir mesele. Bu bağlamda Türkçe ve Türkçeyle ilgili öğrenme süreçleri, kişinin kendi içindeki bu “kalbi” temsil edebilir; olumlu ve olumsuz yanlarıyla içsel bir yüzleşme alanı oluşturur.

Üçüncü dil öğrenimi sırasında bu deneyimler ve bu deneyimlere bağlı duygular yeniden aktifleşebilir. Özellikle Kürtçeye gösterilen tepkilerde bu yeniden aktifleşmeyi daha net görebiliriz. Asimilasyonla Türkleşmiş ve kendi eski ana dillerini kaybetmiş grupların, Kürtçeye karşı daha agresif ve öfkeli bir tavır sergiledikleri dikkat çekmektedir. Bunun nedeni, Kürtlerin onlara asimile olmadan da........

© Artı Gerçek