menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

LOZAN TARTIŞMALARI-II KONFERANSTA KÜRTLERİ KİM TEMSİL ETTİ?

71 1
07.06.2025

Öncelikle bir tespitle başlayalım: PKK’nin Lozan eleştirisinin ardından süren tartışmalar “İnkılap Tarihi” müfredat ve müktesebatının ötesine geçmiş değil. Sıradan okur-yazarı bir yana bırakalım memleketin münevverinin bile bu bilgi ve düşünüş seviyesinde seyretmesi hem şayan-ı hayret hem de üzüntü verici bir durum.

En temel refleks; tartışmaktan kaçınıp, ezberlenmiş “doğruları” terennüm ederek kendi safının ne kadar doğru olduğunu ispata çalışmak. Bir tarafta tekçi ulus anlayışıyla yazılmış, resmi tarihin yeni devletin sıfır noktası olarak ilan ettiği, başarının ve kurtuluşun nişanesi olarak yüce bir katta duran bir Antlaşma var. Sadece yeni Türk devletinin değil Türklüğünde zafer kazandığı, tek başına yedi düveli dize getirdiği, Türkün en büyük zaferi. Diğer tarafta ise refleksif tarih anlayışıyla resmi söylemin zıddının doğruluğunu savunan bir “karşı-tarih” kurgusu.

Tarihi olguları, sadece sonrasında yaşananlar veya sonuçları üzerinden izah etmek yerine, evveliyatı ve sürecini gözeterek, kendi bağlamında tartışmak hakikate ulaşmamıza imkân tanır. Hâkim anlayışa göre; inşa edilen yeni devleti ve ulusunu yüceltmek için amentüye dönüştürülen Lozan Antlaşmasını tartışmaya çalışmak züldür. Egemenlik hakkına saldırıdır, Türk’e ve Türkiye’ye düşman olmak, onları bu topraklardan söküp atmak istemektir.

Mengü’lü Özdil tayfasını kale almaya gerek yok ama memleketin bir sosyalist akademisyeninin şu sözleri bile hali pürmelâlimizi izaha yeter kanaatindeyim: “Yüz yıl sonra hâlâ daha bu coğrafyadaki varlığımızı tartışamayız, Cumhuriyet’ten ve Lozan’dan geri adım atamayız, buna dair atılacak her adım felaketi çağırmak anlamına gelecektir çünkü.”[i]

Bu ifadelerin Türk siyaset sınıfının diline pelesenk ettiği “beka” söylemiyle özdeşliği düşünülecek olursa tartışma ihtiyacının azameti daha iyi anlaşılır. Beka söyleminin haklar ve özgürlükler önünde nasıl bir engele dönüştüğünü son yarım asırda feci bir şekilde tecrübe ettik. Tartışmayı berhava etmek yerine kemal-i ihtimamla Lozan’ı evveliyatından başlayarak, süreci ve bağlamı içerisinde (elbette sonrasında yaşananları da göz ardı etmeden) etraflıca tartışmak elzemdir.

Yüzyıldır bitmeyen “beka” söylemi ve korkularıyla sağlıklı bir toplum, yaşam ve düzen inşa etmek mümkün mü? Cumhuriyetin kurucu ataları resmi tarihin ana hatlarını çizerken, icraatlarının haklılığını ve meşruluğunu toplum nezdinde kabul ettirmek için tek doğrunun kendi yaptıkları ve söyledikleri olduğunu vazettiler. Bunun dışında söylenecek her söz ve tartışmaya şüphe ve korkuyla yaklaşılması, edinilmiş bir davranış kalıbına dönüşmüş vaziyette.

Sözü daha fazla uzatmaya gerek olmadan, Lozan’la ilgili tartışılmasının faydalı olduğu bazı başlıkları sonraya bırakarak Kürtlerin temsili meselesine geçmek istiyorum.

Lozan’da Kürtlerin Temsili

Resmi tarihin Lozan anlatısında Kürtlerin ismi de cismi de yıllar yılı hiçbir şekilde yer almadı. Elbette ki tarihçiler, konunun uzmanları Lozan tutanaklarından, Kürtlerle ilgili tartışmalardan haberdardılar ama cari olan “Türklük sözleşmesi” gereği sessiz kalmayı tercih ettiler. 1990’lardan sonra Kürt inkârına dair katı politikanın esnemesiyle birlikte Lozan’da Kürtlerin durumu tartışılmaya başlandı ama resmi tarih söyleminde sessizlik hali değişmeden devam etti.

Kürt cenahında ise temel eleştiriler hem Lozan sürecine hem de sonuçlarına odaklanmakta. Öncelikle, Lozan sürecinde Kürtlerin ayrı bir halk olarak masada yer bulmamasını eleştirerek, TBMM adına Konferansa katılan Heyetin ve başkanı İsmet Paşa’nın Kürtleri de temsil ettiği iddiasının gerçeği yansıtmadığı ileri sürülmektedir. İkinci olarak ise, sonuçları itibarıyla Kürtlerin inkârına giden bir sürece yol açtığı, Kürdistan’ın dörde bölünerek parçalandığı iddia edilmekte.

İsmet Paşa’nın ve Lozan Heyeti’nin diğer aktif üyesi Dr. Rıza Nur’un konferans görüşmelerinde resmi tutanaklara göre birçok kez “Biz Türkler ve Kürtlerin temsilcisi olarak buradayız”, “TBMM Türklerin ve Kürtlerin yetki sahibi mebuslarının bulunduğu bir temsil organıdır” dediği sabittir. 23 Ocak 1923’te Lozan’da Musul meselesi görüşülürken İsmet Paşa, şöyle konuşur:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu derecede Kürtlerin de hükümetidir. Zira Kürtlerin hakiki ve meşru temsilcileri Milli Meclise dâhil olup Türklerin temsilcileri derecesinde ülkenin Hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve yukarıda belirtilen temsilcileri, Musul Vilayetinde oturan kardeşlerinin Anayurttan ayrılmalarına razı değillerdir; böyle bir ayrılmaya engel olmak için bütün fedakârlıklara katlanmaya hazırdırlar.”[ii]

İsmet Paşa Hatıraları’nda ise şunları söylemekte: “Kürtler, Türk vatanının kendileriyle beraber, bilhassa doğuda, Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli Mücadelenin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra, Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler Ermeniler gibi Lozan'a gelip bize müracaat etmediler. Hatta biz Lozan'daki konuşmalarımızda, milli davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik.”[iii]

İsmet İnönü’nün bu söylemleri bilinmeyen, daha önce yazılmamış şeyler değil. Bir de o günlerde TBMM’de Kürt muhalefetinin öne çıkan ismi olarak Bitlis mebusu Yusuf Ziya Beyin sesine kulak verelim. 3 Ocak 1923 tarihinde TBMM’de Musul meselesi tartışılırken aynen şunları söylemektedir:

“Efendiler Lozan'daki Sulh Konferansı Heyeti yalnız Türklerin heyeti değil, yalnız Türkleri temsil etmiyor, Kürdü, Türkü temsil ediyorlar. (Vatanı sesleri) Aynı zamanda hakken, hukuken bir Kürt Heyeti Murahhasası da olan heyete, orası Kürtlerle meskûndur, vermeyeceğim demek, bilmem ne dereceye kadar hakla, hukukla kabili teliftir.”[iv]

I. TBMM’nin........

© Artı Gerçek