menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Trump ve Devletlerin Sonu (Devlet Ötesi Dünya)

26 0
13.03.2025

Hasta toplumlar, hasta liderler üretir. Bu liderler cahil kitlelerden güç alırlar. Erich Fromm

Çağımız ısrarla ve neredeyse çaresizce bir dünya düzeni arayışı içindedir. Tarihte tam anlamıyla küresel bir “dünya düzeni” hiç oluşmadı. Günümüzde düzen olarak kabul edilen sistem, yaklaşık dört yüzyıl önce Batı Avrupa’da, Almanya’nın Westphalia bölgesinde öteki kıtaların çoğu katılmadan gerçekleştirilen bir barış konferansında tasarlandı. Evrensel bir yönetim yerine, her bir devlete kendi toprakları üzerinde egemenlik tanındı. Her devlet diğerinin iç yapısı ve dini inancını gerçek kabul edecek ve varlıklarına meydan okumaktan sakınacaktı. Westphalia, Avrupa düzeninin temel taşının imparatorluk, hanedan ya da dini inanç değil, devlet olduğunu onayladı. Devlet egemenliği kavramını yerleştirdi. Asya da Westphalia sistemine adapte oldu ve alternatif düzen kavramlarına henüz uzak konumdadır. Ancak Westphalia düzeni, uluslararası sistemde ne meşruiyet ne de denge getirebildi. Yeni ABD başkanı Donald Trump ile dünya gittikçe açgözlü, hukuk tanımayan ve otokrat liderlerin yarattığı anarşi ve kaos girdabına giriyor. Modern dünyada kurallara dayalı küresel bir dünya düzenine ihtiyaç var. Aksi takdirde tarihleri ve değerleri açısından bağlantısız ve birbirini rakip olarak algılayan yapılar çatışma üretmeye devam edecektir. Farklı tarihsel deneyimlere ve değerlere sahip tüm devletlerin ortak bir düzende nasıl buluşturulacağı ile ilgili alan, bilim adamlarının çalışması gereken en önemli bilinmeyendir.

ABD, Çin, Rusya ve Avrupa’nın etki bölgelerine ayrılmış, kaos içinde yeni bir dünya düzenine doğru gidiyoruz. Westphalia temeline dayanan, İkinci Dünya Savaşı sonundaki şartlara ve barış anlaşmalarına göre kurulmuş bu düzen çatırdıyor. BM, NATO, Bretton Woods kurumları (IMF, Dünya Bankası, DTÖ, kapitalizm, geleneksel toplum yapıları (aile, din, ulus devlet) artık içinde bulunduğumuz düzende varoluş mücadelesi içindeler. Yeni bir dünya düzeni ancak büyük bir savaşla kurulabilir, kesin zaferini ilan eden, kuralları ve kurumları belirleyen düzeni de belirler. O yüzden bu savaş çok ölümcül olacak, yani bir taraf diğerini iyice haklamadan savaş durmayacak. Uzun zamandır bu savaşın arkasında olan küresel güçler, savaşın sonunda küresel izleme ve kontrole dayanan tek dünya hükümeti kurma peşindeler. Bu düzende artık bugünkü dünya düzeninin temeli olan “devlet” olmayacak yani “devlet ötesi” bir düzene gidiyoruz. Donald Trump’ın “egemenlik” anlayışı, zaten çökmekte olan devlet yapılarının artık daha da hızla çökeceğinin habercisi.

Donald Trump, Kongre’deki açılış konuşmasında yeni Altın Çağı’nda yalnızca kendi ulusal çıkarlarını gözeteceğini söyledi. Defalarca kez ülkesinden “egemen” bir devlet olarak bahsetti. Trump’a göre, dünyada sadece birkaç devlet gerçek anlamda “egemen”. Yani bu birkaç devlet dışında diğerlerinin egemenliği sadece bir geçici düzenleme. Trump, süper güçlerin “yalnızca tek taraflı ulusal çıkarlar” elde etmek için daha küçük devletlerin egemenliğini geçersiz kılabileceği, daha doğrusu “ihlal edebileceği” yeni bir sistem kurmak istiyor. Trump’ın Danimarka’nın egemenliği altında olan Grönland’ı satın alma veya “Öyle ya da böyle alacağım.” iddiası, Kanada’yı ilhak etme niyeti, Çin’in hegemonyasını bahane ederek Panama Kanalı’nı ele geçirmekle tehdit etmesi ve Gazze Şeridi’ni mülk haline getirerek, 1,5 milyon Filistinliyi Mısır ve Ürdün’e gönderme fikrini ortaya atması, bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı’na yönelik tehditleri, ulusal egemenliğe yönelik zorlayıcı yöntemleri meşrulaştırırken, devletlerin egemenliğine tecavüzü açık bir teklif haline getiriyor.

Trump, dış politikasının becerisini (!) “pazarlık sanatı” olarak tanımlıyor. Ukrayna, Rusya, Gazze ve diğer ülkelere, zengin bir emlakçı gibi, ucuza kapatılacak ne var diye bakıyor. Birilerini kazıklamak için dost ve düşman ayırımına takılmıyor. Kararlar iyi planlanmış ve uzun vadeli bir stratejinin parçası değil, eylemsel olarak ortaya konan kararlardır: Ele geçirmek için şantaj ve pazarlık yap, skora oyna, gerekirse önce gümrük tarifeleri ve sonra başka şeylerle cezalandır. Trump, kurallara dayalı dünya düzeninin çok sıkıntılı olduğu bir dönemde dünyayı istikrarsızlaştırıyor ve sınırların kutsallığını hiçe sayıyor. Örneğin haritaya bakıp, Rusların 1945 yılında yaptığı gibi Türkiye’den de İstanbul’u isteyebilir. Ben Trump olsaydım bu, aklıma gelirdi; fena bir fikir değil (!). Zaten Ukrayna’dan sonra Rusların planı bu olacak. Trump’ın istekleri Danimarka, Kanada, Meksika ve Panama’da korku yaratsa da cesaretli birer duruş sergilediler. Araplar ise itiraz etmeden, hemen işe koyuldular. Trump’a göre, ABD’nin uluslararası kurumlara eşit bir devlet gibi katılması kendi kendini mağlup etmek anlamına geliyor. Çünkü Trump geleneksel “istisnai” devlet olmak yanında “muaf” ta olmak istiyor. Yani herkes hava kirliliği anlaşmasına uymalı ama en çok kirlilik üreten ABD çıkarları gereği muaf (exemptional) olmalı. Trump’a ne kadar kızsak da iki konuda haklı:

(1) Başta Ukrayna ve Gazze olmak üzere son savaşlar ve krizlerde ekonomisi iyice çöken ABD, Çin ile gireceği savaş öncesi gücünü toparlamalı. (Ancak, ABD yakaladığı tarihi fırsatı yani Rusya’yı çökertme şansını da kaçırmamalı).

(2) Dünyadaki devletlerin çoğu uydurma (invented); BM’ye akredite 197 devletin ancak 132’si devlet gibi istatistiklere girebiliyor. Dünya coğrafyasında son iki yüzyılda büyük devletlerin siyasi çıkarlarına hizmet etsin pek çok devlet uyduruldu (Ortadoğu devletleri, Latin Amerika, Panama, Ekvator, İzlanda, Grönland, Sovyetlerin uluslaştırdıkları vd.).

Bunlara ilave olarak şunları da not etmemiz gerekir:

(3) En başta söylediğimiz gibi mevcut uluslararası düzen ve kurumlar çağın gereklerini karşılamıyor.

(4) Devlet projesi sona geliyor; büyük devletler de dâhil hemen hemen tüm devletler özellikle COVİD sonrasında siyasi ve ekonomik sarsıntı içinde, bir bütün olarak devlet olma (demokrasi, kamu yönetimi, hukukun üstünlüğü vb.) anlayışında “başarısız” oluyor. İstisnai durum sadece Avrupa’nın kuzeyinde var.

(5) Post-modern anlayış; devletlerin egemenliklerinin bir kısmını üstyapılara transfer ederek, biraya gelmelerini temsil eden Avrupa Birliği de kendi bölgesinde refahını artıramadı.

Uluslararası sistemin yeniden yapılandırılması çağımızın devlet adamlığının da karşısındaki nihai zorlu hedeftir. Bu, başarılamadığı takdirde büyük bir savaş olasılığı yanında, belli içyapılarla ve devlet yönetim biçimleriyle özdeşleştirilen nüfuz bölgelerine doğru bir evrim olacaktır. Bu makalede, dünya düzenin merkezinde olan “egemen devletin” bunalımını ve dünyayı bekleyen olasılıkları tartışacağız.

Devlet, yaklaşık 10.000 yıl önceye, Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk tarım toplumlarına kadar uzanan eski bir sosyal kurumdur. İyi yetiştirilmiş bürokrasiye sahip devlet, Çin’de binlerce yıl varlığını sürdürmüştür. Büyük orduları, vergi toplama gücü ve geniş topraklar üzerinde egemenlik yetkesi uygulayan merkezi bürokrasisiyle modern devletin Avrupa’da ortaya çıkışı ise, daha yenidir ve dört beş yüz yıl öncesine, Fransız, İspanyol ve İsveç monarşilerinin dönüşümüne uzanır. Böylece bugün de devam eden ‘devlet merkezli’ uluslararası sistem başlamıştır. Bu gelişmeler sayesinde devletler; bürokratik, diplomatik ve askeri kurumsallaşmaya yöneldi. Orta Çağ Avrupa’sına özel koşullarda imparatorluk şeklinde beliren yönetim yapıları gücünü kaybetmiş ve parçalanmıştı. Toprak sahipleri, bağımsız kentler, derebeyleri, loncalar ve kraldan oluşan karmakarışık bir yetkililer grubu yönetim ve kontrol için savaşıyordu. Kralın otoritesine başkaldırı ile bugünkü modern siyasi sistemin temelleri İngiltere’de atıldı. Bir yanda Kilise, önemli bir güce ve otoriteye sahipti ve laik güçlerle rekabet içindeydi. Westfalia Barışı ile devlet yöneticilerinin sınırları içinde tek egemen oldukları ve devletleri dışında bir merciye bağlı olmadıkları kabul edilmiştir.

Uluslararası ilişkiler ile ilgili modern bilimsel çalışmalar genellikle kendilerine başlangıç olarak ulus devlet anlayışının doğuşunu temsil ettiği kabul edilen 1648 tarihli Westfalia Barışı’nı referans yaparlar. Bu anlaşma, devlet sisteminin oluşturulması, egemenlik kavramının kabul edilmesi ve eski Ortaçağ Avrupası'nın din dayanaklı sisteminin terk edilmesi olarak görülür. Modern anlamı ile ulus devlet, 17. yüzyılın akışında kuruldu.

Ulus devlet yapısı, Avrupa’da kaos ve imparatorluk seçenekleri dışında üçüncü bir yol olarak ortaya çıktı. Avrupa’nın dünya liderliği de tamamen Avrupa’ya özgü olan küçük devlet anlayışı sayesinde oldu. Küçük devletin başarısı; iktidarı tek bir şahıs ve küçük bir grubun elinde toplayabilme konusundaki başarıdan, özellikle de yasaların yapılması ve uygulanmasından geliyordu; bu da egemenliğin sağlanması demekti. Hobbes’un korkusu olan “düzen” (düzenin muhafazası) açılabilecek bir savaşa karşı, bir dizi belli noktada yasal gücün toplanmasıyla korundu; yasalar ise devletlere özeldi.

Ulus devlet; belirli, sınırlandırılmış topraklara sahip ve bu topraklarda yaşayan bir halkın (milletin) içe ve dışa karşı bağımsız, yani şiddet tehdidi ve kullanımına başarıyla karşı koyabilen ve devletler topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olarak uluslararasında tanınan bir yönetim şeklinin özelliklerini göstermektedir. İlk defa Fransız Baron Charles L. Montesquieu (1689-1755), bugünkü anayasal güçler ayrımını (yasama, yürütme, yargı) öne sürdü. Siyasi felsefesi ile Fransız Devrimi üzerinde büyük etkisi olan Jean-Jacques Rousseau (1712-78), 1762’de yayınladığı “Sosyal Sözleşme” adlı eserinde meşru klasik Cumhuriyetçi çerçeve içinde bir meşru siyasi düzenin temellerini ortaya koydu.

Ulus devletin ortaya çıkması, milliyetçilik akımının da gelişmesine yol açtı. Bu kavram, 1715 yılından itibaren İngiltere’de daha çok ulusal bilinç, ulusal karakter anlamında kullanılmaya başladı. Milliyetçilik akımları, 1789 yılındaki Fransız devriminden sonra bütün Avrupa’ya yayıldı.

Uluslararası ilişkilerdeki sistemde şekil olarak bağımsız devletlerin sayısı son iki yüzyılda iniş ve çıkış gösterdi. 1800 yılında 150 kadar olan bağımsız devlet sayısı 19. yüzyılın ortasında tahminen 100’e kadar indi. Daha sonra bu sayı Asya ve Afrika’nın sömürgeleşmesi ve Avrupa’daki küçük siyasi birliklerde modern ulus devletlerin oluşması yoluyla (1890’larda) 29’a düştü.

19. yüzyılın ikinci yarısında üç uygar toplum düzeyine karşılık gelecek üç devlet tanımı üzerinde duruluyordu: Tam siyasal, kısmi siyasal ve nihayet doğal ya da çok az insani. Osmanlılar ve Çinliler gibi barbar (!) devletlerin uluslararası tanınmaya hak kazanmadıkları ifade ediliyordu.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının yıkılmasıyla devletlerin sayısı yine yükseldi. Yeni bir devlet kurma dalgası başladı. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’daki sömürge imparatorluklarının yıkılması sonrası devlet kurulma aşamasının ikinci ve çok daha geniş dalgası yayıldı. Bunun sonucunda bağımsız devletlerin sayısı 165’e çıktı. Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve diğer devletlerin yıkılmasıyla üçüncü bir ulus devlet dalgası gerçekleşti ve 1995’e kadar olan........

© ABC Gazetesi