menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

431 sayılı yasa: Abdülmecid Efendi ve Hanedanın sürgüne gönderilmesi

10 19
16.03.2025

Geçen hafta öfkeli bir dille “hilafetin kaldırılmasının Teşkilat-ı Esasiye Kanununa aykırı olduğunu, hilafetin hukuken yerinde durduğunu beyan eden bir yazı dikkatimi çekti. Yazı, Hilafetin lağvını Kemalist diktatörlüğün İslam alemine bir ihaneti olarak yorumluyordu.

Aradan bu kadar zaman geçmesine, üç anayasa değişikliğine rağmen bu yazıya göre hilafet yaşamaya devam ediyordu. Sadece halife yoktu.

2002 sonrası bu teokratik monarşist dilin daha yüksek sesle telaffuz ediliyor olması,hatta bu tür söylemlerin taraftar bulduğu bir siyasi ortam içinde yaşıyor olmamız ne tuhaf değil mi?

Meşrutiyetin üç padişahı da Sultan Abdülmecid'in oğludur: II. Abdülhamid, V. Mehmet, Vahdettin. Kanun-ı Esasi'den bağımsız düşünüldüğünde bile Sultan I. Ahmet Kanunnamesi uyarınca (ekber ve erşed evlat ilkesi) tahta çıkış sırası aşağı yukarı böyle olacaktı. 1876 Anayasası Osmanlı teamülünü anayasa hükmü haline getirmişti. Sultan II Abdülhamid ve Mehmet Reşat'tan sonra tahta Yusuf İzzettin Efendi'nin geçmesi bekleniyordu. Onun İntiharı sırayı bozdu. Vahdettin veliaht ilan edildi. 1918 yazında Sultan Reşat’ın vefatı üzerine İttihatçılar Vahdettin Efendi’yi tahta çıkardılar. Abdülaziz soyundan olan Şehzade Abdülmecid Efendi de veliaht ilan edildi.

Bütün bu değişiklikler imparatorluğun dağılma noktasına geldiği bir döneme tekabül etmişti. Bu önemli hususu akıldan çıkarmayalım.

Bunun yanısıra, Mütareke döneminin önemli ama az vurgulanan bir boyutu da Veliaht Abdülmecid Efendi ile Vahdettin arasındaki çelişkilerdir

Öncelikle şunu belirtelim ki hiçbir padişahın saltanatı tartışmasız değildir. Anayasal monarşi döneminde bile. Sultan Aziz, V. Murat, II. Abdülhamid halledilmiş ve tahttan indirilmiştir. Mütarekenin çalkantılı siyasi ortamında Veliaht Abdülmecid Efendi’nin böyle bir beklenti içerisinde olması muhtemeldi. Buna dair güçlü belirtiler/karineler vardı.

Bir kere Sultan Vahdettin'in eğitimi son derece zayıftı. Entelektüel vizyonu/siyasi kapasitesi neredeyse hiç nispetindeydi. İttihatçıların iktidar mevkiini terk etmelerinden sonra kendini daha güçlü hissetmeye başladı. İngilizci bir politika ile barışa geçebileceğini umuyordu. Paris Paris Barış Konferansı sürecini eniştesi Damat Ferit Paşa hükümetleriyle yönetmeye çalıştı. Anadolu'dan yükselen milli bağımsızlık hareketini isyan olarak değerlendirilmesi kendi kaçınılmaz sonunu hazırladı. Attığı Her yanlış adım altındaki siyasi zeminin daha da kaymasına yol açtı.

Abdülmecid Efendi ile ilgili olarak ise şunlar söylenebilir. Göreli olarak daha iyi bir eğitim almıştı. Siyasi gelişmeleri yakından izliyor Batı’da yayınlanan siyasi dergileri takip ediyordu. Her haliyle batılı bir Veliaht-Prens gibi davranıyordu.

Şehzadeliğinden beri geliştirdiği bir kütüphanesi vardı. Halife olunca kütüphanesini Dolmabahçe Sarayı’na taşıdı. Yabancı dillere de hakimdi. Ressamdı ve beste yapabilecek kadar Batı müziğinden anlıyordu.

Mütarekeden sonra Vahdettin'in toplamak zorunda kaldığı (1919-1920) Saltanat Şuralarına katılmıştı. Onun sadarette Damat Ferit seçeneğinde ısrarlı olmasını doğru bulmuyordu .

Meclisin toplanmasından sonra Harbiye Nazırı Fevzi Paşa'nın Anadolu İhtilali’ne transferi Milli kurtuluş hareketine meşruiyet kazandırması açısından önemli bir gelişmeydi.

Fakat TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın başta Hamdullah Suphi olmak üzere bazı milletvekillerinin teşvikiyle veliahtı Anadolu’ya geçmeye davet etmesi daha önemlidir.

Bu olay TBMM’nin toplanmasından kısa bir süre sonra olmuştu.

Veliahtın Anadolu'ya geçme ihtimali karşısında işgal yönetimi Abdülmecid’i uzun süreyle gözetim altında tuttu. Vahdettin Veliahta uygulanan bu rejimi destekledi. Görüldüğü üzere, müttefikler Veliahtı yükselen milliciliğin İstanbul’daki destekçisi olarak algılıyorlardı.

Oysa ki Abdülmecid’in başka planları vardı. Öyle sanıyorum ki Anadolu'nun teklifini Vahdettin’in halli kendisinin halife-sultan ilan edilmesi koşuluna bağlıyordu. Yani Anadolu’nun kendisini II. Abdülmecid olarak tahta çıkaracağının beklentisi içindeydi. Veliaht, hal ve biatı önemsiyordu. İleri sürdüğü argüman tarihi gerçeklere ve islam hukukuna uygundu.

Abdülmecid Efendi şunu demek istiyordu “Vahdettin’i halledin ben de Anadolu'ya geçeyim.” Yapmak istediği şey aslında Osmanlı tarihinde birçok örneği görülen tahtta değişiklikti.

Milli Kurtuluş hareketinin başında böyle bir gelişme neleri değiştirirdi tam olarak kestiremeyiz. Sonuçta müttefik yönetiminin İstanbul'daki gücünü sarsan bir adım olurdu. Ama bunu gerçekleştirebilecek bir operasyon başarılı olabilir miydi ? Onu tahmin etmek biraz zor.

Sonuçta durum ortada kaldı.

Bir tarafta “Millicileri destekler görünen” Veliaht Abdülmecid Efendi, öte yanda müttefiklerin himayesinde Sultan Vahdettin bölünmesi Milli kurtuluş savaşının sonuna kadar devam etti.

Ömer Faruk Efendi Abdülmecid’in 1898 doğumlu oğludur. Mustafa Kemal Paşa ile tanışıklığı vardı. 1917 sonbaharında Vahdettin'in Sultan Reşat adına Kayzer Wilhelm’e yaptığı iadeyi ziyarette veliahta birlikte refakat etmişlerdi. Ziyarette Alman karargahına gidilmişti.

Bu uzun seyahatte “fahri yaveri hazreti şehriyari” mirliva Mustafa Kemal Paşa'nın Vahdettin’den kızı Sabiha'yı istediği spekülasyonu malumdur. Bence bu bir yakıştırmaydı. Enver Paşa Naciye Sultan evliliği bir örnek olmuştu. Başarılı genç Osmanlı paşalarının hanedandan evlenmeleri destekleniyordu.

Ama sonuçta, Sabiha Sultan kuzeni Ömer Faruk Efendi ile evlendi. Yerleşik Osmanlı teamüllerine aykırı bir şekilde. Hanedan iç evliliğe yüzyıllarca onay vermemişti. Aslına bakılırsa, kuzenler arasındaki bu evlilik Osmanlı teamüllerine aykırıydı. Buna rağmen evlilik gerçekleşti. Hatta Abdülmecid Efendi, Vahidettin’e kız istemeye gitti. Neticede dünür oldular. Ömer Faruk-Sabiha çiftinin büyük kızları Neslişah 1921’de doğdu

Ömer Faruk Efendi kızı Neslişah’ın doğumuna yakın İnebolu üzerinden Anadolu'ya geçmek istedi. Babası bir yıl önce Anadolu'ya geçme önerisini-sonuç itibariyle-kabul etmemişti. Bu kez TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa oğlunu “Anadolu'da tefrikaya yol açmamak” gerekçesiyle kabul etmedi. Şehzade nazik bir şekilde İstanbul’a iade edildi.

Bu olayla ilgili olarak, şöyle de düşünülebilir: Veliaht Anadolu hareketine katılmamıştı. Ama oğlunu göndererek muhtemel bir zaferde pay sahibi olmak istiyor olabilirdi. Ömer Faruk Efendi karizmatik bir şehzade idi. Uzun boylu yakışıklı, Avrupai görünümlü, iyi eğitim almış bir hanedan mensubu idi. Mekteb-i Sultani’de Tevfik Fikret'in öğrencisi olmuştu. Fikret bu sırada Galatasaray’ın müdürü idi. Babası Abdülmecid Efendi’nin yakını idi. Aşiyan Müzesinde ona hediye ettiği tabloları hatırlayalım.

Viyana'da ve Almanya'da askeri okullarda öğrenim görmüştü. Dünya Savaşında Almanya müttefikimiz olduğu için, Prusya ordusu saflarında savaşa katıldı. Verdün muharebelerinde bulundu. Kayzer’in Süvari alayına kabul edilmiş, karizmatik bir Osmanlı şehzadesiydi. Ömer Faruk Efendi, Anadolu'ya geçme girişiminden üç yıl sonra bütün hanedan mensuplarıyla birlikte sınırdışı edildi.

TBMM 307 ve 308 sayılı kararlarıyla saltanatı kaldırmış, yeni bir Türk devletinin doğduğunu ilan etmişti. Meclisin bu kararları gerçekte hilafeti de kaldırması anlamına geliyordu. Ancak hilafet saltanattan bağımsız tarihi bir emanet olarak olarak tanımlandı. TBMM saltanatı kaldırdığına göre, Osmanlı hanedanından birini halife seçerek aslında neyi seçmiş oluyordu?

Teşkilatı Esasiye Kanununa göre, bütün devlet erklerini uhdesine alan TBMM ve onun başkanı var iken halife seçmek anlamsızdı. Anlamlı olan bu karar verilirken , bir milletvekilinin sorduğu “Şimdi Reis-i Devlet Mustafa Kemal Paşa mı yoksa Abdülmecid Efendi mi oluyor?” sorusuydu. Ve bu soruyu sormakta son derece haklıydı.

Türkiye Devletinin “devlet başkanı” ya TBMM Başkanı ya da seçilen halife olabilirdi. TBMM Başkanı Devlet başkanlığı yetkileri kullandığına göre hilafette/halifede olamazdı.

İstanbul'da Ankara Hükümetinin temsilcisi sıfatıyla bulunan Refet Paşa,TBMM kararlarını yeni seçilmiş halifeye tebliğ ile görevlendirildi.

Eski Veliaht Abdülmecid Efendi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından halife seçilmiş, kendisine Dolmabahçe Sarayı hilafet makamı olarak tahsis edilmişti. Hanedan bürokrasisini taklit eder bir şekilde kadro ve bütçe tahsisi yapılmıştı.

Bu arada, barış müzakerelerinin devam ettiğini ve İstanbul'un müttefik işgali altında olduğunu unutmayalım.

İstanbul hükümeti feshedildiğinden Ankara hükümetine bağlı bir İstanbul İdaresi vardı. İstanbul Ankara’ya bağlı bir vilayet olarak yönetiliyordu. Ankara’nın İstanbul’da bir olağanüstü temsilcisi (Refet Paşa ve Adnan Adıvar bu görevde bulundular) ve valisi vardı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, halife nezdine, “hilafetin gayri siyasi bir makam olduğunu hatırlatan bir belge ile Kırşehir milletvekili Müfit Efendi başkanlığında bir heyet gönderdi.

24 Kasım 1922’de Topkapı Sarayında, Osmanlı tahta çıkış törenlerini taklit eden bir dizi ritüel yerine getirildi. Mukaddes emanetler odası, hırka-yı şerif, Sancak-ı Şerif ziyaret edildikten sonra Bağdat Köşkünde TBMM heyeti kendisine seçim sonucun bildiren mazbatayı takdim etti. Abdülmecid’in hilafeti 101 pare top atışı ile kutlandı.

Bu da siyaseten tuhaf bir durumdu. Oysa gerçek şuydu: Saltanat kaldırıldığına göre hilafet de kaldırılmıştı. Bu seremonide sadece eski rejimin zahiri görüntüsü vardı.

İktidarsız, hükümetsiz , siyasetsiz hilafet makamı olamayacağını düşünen ilmiyeli mebuslardan İsmail Şükrü Çelikalay (Afyon) “Hilafeti İslamiye ve Büyük Millet Meclisi “ başlıklı bir risale yayınladı. 15 Ocak 1923. Risale’de Hilafetin olduğu yerde devlet başkanının Halife olması gerektiği savunuluyordu. Hoca Şükrü Efendi risaleyi “Halife Meclisin, Meclis halifenindir” diye bitiriyordu. Bu aslında TBMM Başkanlığını, Halifelik otoritesinin altına koymak, ona bağımlı kılmak demekti.

Bu gelişmeler üzerine Birinci Meclis, seçimlerin yenilenmesi kararından hemen önce, 15 Nisan 1923’te “Saltanata dair propagandanın menine dair 334 sayılı yasayı” çıkardı. Seçimlere bu ortamda gidildi.........

© 12punto